GÜNÜ ANLAMLANDIRAN CÜMLEMİZ

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM


Hz Muhammet'e sordular yaşam amacımız hayatın anlamı nedir?
halinden memnun olmaktır dedi.

-"O ki, yeryüzünde ne varsa, hepsini sizin için yarattı"(Bakara, 2/29).

"Sen doğru yolda ol da, varsın sanan eğri sansın; Sen kendini bildiğin sürece, doğru insansın." Yunus EMRE

-"Allah'ın verdiği de, vermediği de imtihandır."

-İnsan, yaklaştığınca yaklaştığından ayrı;
Belli ki; yakınımız yoktur Allah'tan gayrı... Necip FAZIL

"Allah haksızlığı yarına bırakır; ama yanına bırakmaz..."

"Dua etme arzusu gelince dua edin. Çünkü bu, duanın kabul olacağına alamettir." Hz. Muhammed (sav)

Aşk nasip işidir, hesap işi değil. Aşk bir adayıştır, arayış değil. /Hz. Mevlana/

Kusur bulmak için bakma birine,bulmak için bakarsan bulursun.Kusur örtmeyi marifet edin kendine işte o zaman kusursuz olursun. /Hz.Mevlana

28 Mart 2014 Cuma

EGO

Bir kişide benlikten bir harf kalırsa, o Allah dostu olamaz.

Evet arkadaşlar ego dediğimiz illet ne yazık ki hayatımızın her noktasına nüfus etmiş durumda.Biz farkında olmasak da bizi yöneten bir güç.Bende bir zamanlar esiriydim ne yazık ki.Öğretmeniz ya her şeyi biliriz ya da kimse bize bir öğretemez havalarındaydım.Kimin haddine bana karşı gelmek.Biri bana kaşını eğse sen kim oluyorsun derdim ve bir çoğumuz da der.Görüyorum ki toplumumuz da bu çoğaldı.Birisi birine bir şey söylese sen kimsin de benimle böyle konuşuyorsun tepkisi doğallaşmış durumda.Herşeyin bir sebebi olduğunu bize gelen her tepki de iletişimin her noktasında Allah dan bir mesaj var ve bunun idrakında değil çoğumuz.Biri bize ters bir şey söylüyorsa şunu bilmeliyiz ki ya biz bunu zamanında birine yaptık ya da Allah bize bir şey öğretmek istiyor.Çünkü o kişi Allah istemese öyle konuşamaz.Hatta biz de öyle algılayamayız.Bize ters gelen birşey varsa dönüp bir kendimize bakmalıyız hemen öfkelenmek sadece zarar getirir hem de kendimize zarar çünkü Allah'ın yarattığı sistemde bumerang etkisi vardır.Ne yaparsan sana döner. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem sordu: 
"Siz kime pehlivan dersiniz?" 
"Yenilmeyen kişiye." 
"Hayır, asıl pehlivan, kızgınlık anında öfkesine hâkim olan kimsedir," buyurdu. 
İbn Mesûd radıyallahu anh. Müslim.

GÖRDÜĞÜNÜZ GİBİ ÖFKEYİ YENMEK BU DENLİ ÖNEMLİ.TABİ Kİ YENEBİLMEK İÇİN KALBİN DE AŞK OLMASI LAZIM HERŞEYİN ALLAH'DAN GELDİĞİNE İMAN OLMASI LAZIM.

BUMERANG ETKİSİ DEDİĞİMİZ ATALARIMIZIN NE EKERSEN ONU BİÇERSİN SÖZÜ İLE DE SABİTTİR.HAYATTA MUTLULUĞU ARIYORSAK MUTLU ETMEMİZ LAZIM HEM DE HİÇ KARŞILIK BEKLEMEDEN.İYİLİK BEKLİYORSAK İYİLİK ETMELİYİZ SADECE ALLAH RIZASI İÇİN YİNE ATALARIMIZIN İYİLİK YAP DENİZE AT SÖZÜ ÇOK DOĞRUDUR.BUNLARI ASLINDA HEPİMİZ BİLİYORUZ AMA UYGULAMAK İÇİN ALLAH AŞKINA İHTİYACIMIZ VAR ZİRA O İSTEMESE BİZ KIMILDAYAMAYIZ BİLE.

İŞTE TÜM BUNLARI YAPMAMIZA ENGELDİR EGOLARIMIZ.ONUN FARKINDA OLMALI VE ONUNLA SAVAŞMALIYIZ KIYASIYA YOKSA GÜN GEÇTİKÇE BENCİLLEŞİR VE KİBİRİN YALNIZ KOLLARINDA BULURUZ KENDİMİZİ NEDEN YALNIZ DİYORUM KİBİRLİ VE BENCİL İNSANIN DOSTU OLAMAZ TABİ GERÇEK DOSTDAN BAHSEDİYORUM.KİBİRLİ İNSAN ANLAYIŞLI OLAMAZ.



 Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: 
"Öğretin, kolaylaştırın ve güçleştirmeyin! Biriniz kızdığı zaman, sussun!" 
İbn Abbas radıyallahu anh. Ahmed.


BUGÜN BAKTIĞIMIZDA KAÇIMIZ SUSABİLİYOR ÖFKE ANINDA.İŞTE MARİFET  ZOR OLANI YAPMAKTA..........























26 Mart 2014 Çarşamba

O'NU TANIMAYA BAŞLIYORUZ

İşte  yüce Yaradan’nın manasını içimde hissedene kadar yıllar geçti.Ama inanıyorum ki bu süreç beni O’na hazırladı tabi ki çünkü her şeyin bir sebebi vardır yaşanan her şeyin olması bir amaca hizmet eder.Okuduğum bir dizi kitapla benim için hayat değişti.Bundan sonra  bakış açım tamamen değişecek ve ilahi nuru gönlümün derinliklerinde hissetmeye başlayacaktım.O’nu her yerde herkes de her şey de görecek dünyam aydınlanacak ,içimde derin bir huzur duyacak ve mutluluğu yaşamaya başlayacaktım.Aydınlanma öncesi sürece zaman zaman geri döneceğiz ama artık size O’nu anlatmaya başlamalıyım.Bu anlatıma Allah bizden ne ister sorusu ile başlamak istiyorum zira Allah ı tanıdığımızı düşündüğümüz halde bir çoğumuz özünde neden O’na inandığımızı neden sevdiğimizi bilmiyoruz .
Allah aslında bizden sadece mutlu olmamızı istiyor.Zira yüce Yaradanımızın hiçbir şeye ihtiyacı yok ne bizim kılacağımız namaza ne de tutacağımız oruca ihtiyacı var.O sadece bizim mutlu olmamızı istiyor.Öncelikle bunun idrakına varmamız lazım bununla ilgili bir alıntıyı sizinle paylaşmak istiyorum:
ALLAH BİZDEN NE İSTER ? (4)

Aziz kardeşlerimiz;
Sizleri selâmların en güzeli olan Allahû Tealâ’nın selâmı ile selamlıyoruz:
“Es selâmu aleykum ve rahmetullâh ve berekâtuhu”.

Aziz kardeşlerimiz;
Bu sohbet konumuzu da Allah’ın bizlerden, biz insanoğlundan ne istediğine ayırdık; tabii yine her zaman olduğu gibi Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerim ışığı altında ve de Mehdi (A.S) önderliğinde, O’nun öğretisiyle konumuzu işleyeceğiz inşaallah.

Aziz kardeşlerimiz;
Allah ile olan ilişkilerimizde unutmamamız lâzım gelen en önemli faktör, Allah’ın bizlerden ne istediğidir.
Allah bizlerden, yani biz insan oğlundan, Âdem (A.S)’ın zürriyetinden bir tek şey ister, sadece bir tek şey:
“BİZ İNSANOĞLUNUN MUTLULUĞUNU…

Evet, Allahû Tealâ’nın insanoğlundan ön planda istediği tek bir şey var: BİZİM MUTLULUĞUMUZ…

Allahû Tealâ’nın bütün insanların mutlu olmasından başka hiçbir isteği yoktur. Bütün insanları bu saadete, mutluluğa layık olmaları için yaratmıştır.
Hangi şartların içerisinde olurlarsa olsunlar, insanların mutlu olacağını söylüyor ve mutlu olunması lâzım gelen noktada her şey birleşiyor.
Önce görüyoruz ki, saadet, mutluluk dediğimiz zaman, Kur’ân-ı Kerim baştan başa bu saadete, mutluluğa göre dizayn edilmiş.

Aziz kardeşlerimiz;
Kur’ân-ı Kerim’i  saadet, mutluluk açısından değerlendirdiğimizde, onun temel esaslarına baktığımız zaman  yalnız saadeti, mutluluğu görürüz. Görürüz ki, Kur’ân-ı Kerim her şeyden önce bir saadet, mutluluk davetiyesidir.
Bir saadet, mutluluk reçetesidir, (saadet, mutluluk anahtarıdır) saadet, mutluluk taahhütnamesidir ve bir saadet, mutluluk garantisidir.
Öyleyse, Allahû Tealâ’nın indinde insanlar var, Allah’ın sevdiği, kâinatta en çok değer verdiği, en kıymetli mahluk.
İşte onlar bizleriz, sizlersiniz.
Ve Allahû Tealâ’nın kullarından istediği sadece bir tek şey var: KULLARININ MUTLU OLMASI…

Allahû Tealâ sizlerden O’nun kulu olmanızı istediği zaman, zannetmeyin ki, sizden sizin mutluluğunuzdan başka bir şey istiyor.
Allahû Tealâ, sizlerden takva sahibi olmanızı istediği zaman, zannetmeyin ki, mutluluğunuzdan başka bir şey istiyor.
Allahû Tealâ, sizlerden ne istiyorsa, bunun arkasında sadece tek bir faktör var; sizlerin saadeti, sizlerin mutluluğu.
Allahû Tealâ, “Biz, insanları bize kul olmaktan başka bir maksatla yaratmadık” diyor.

51/ZÂRİYÂT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).
Ve Ben, insanları ve cinleri, Bana kul olsunlar diye yarattım.

Biz, insanların sadece mutlu olmasını istiyoruz, diyor ve Allahû Tealâ’nın bu dizaynında, bütün insanların mutlu olması asıldır. Onun için, kainatta ve dünyada ne yaratmışsa insanoğlunun emrine vermiş; eksiksiz noksansız yaratmış rahat etsin diye.

45/CÂSİYE-13: Ve sahhare lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minh(minhu), inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).
Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.

2/BAKARA-29: Huvellezî halaka lekum mâ fîl ardı cemîan summestevâ iles semâi fe sevvâhunne seb’a semâvât(semâvâtin), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun).
O (Allah) ki; yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı. Sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. Ve O, her şeyi en iyi bilen (Alîm)’dir.

Aziz kardeşlerimiz;
Hepimiz için, bütün insanlar için söz konusu olan şey saadete, mutluluğa ulaşmaksa ve bu, Allahû Tealâ’nın emriyse o zaman biz insanlar, en azından Allah’ın bu emrini yerine getirmek için, mutluluğa ulaşmak mecburiyetinde değil miyiz?
Allahû Tealâ’nın insanlar için hedef gösterdiği her şeyin sadece biz insanoğlunun mutluluğunu sağlamak olduğunu görüyoruz ki, bunu Yüce ve eşsiz Kitabımız Kur’ân-ı Kerim açık bir şekilde söylüyor.
Ne diyor?
Yaşarken kalben Allah’a ulaşmayı dileyiniz. Kalbi bir dilekte  talepte bulunmamızı istiyor.
Peki, netice ne olacak?
Birinci teslimi yaşamamız ve tamamlamamız, ruhumuzu yaşarken, yani hayattayken Allah’a teslim etmemiz.
Sonra, fizik vücudumuzu (vechimizi) yaşarken Allah’a teslim etmemiz.
Sonra, nefsimizi yaşarken Allah’a teslim etmemiz.
Sonra, irademizi de yaşarken Allah’a teslim etmemiz.

Aziz kardeşlerimiz;
Allahû Tealâ’ya ruhumuzu yaşarken teslim ettiğimiz zaman, cennet saadeti, mutluluğu bizim olacak.
Diğer iki emaneti de yaşarken teslim ettiğimiz zaman dünya saadeti, mutluluğu da bizim olacaktır.
Allahû Tealâ ne buyuruyor? Diyor ki:

4/NİSÂ-58: İnnallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli), innallâhe niımmâ yeızukum bih(bihî), innallâhe kâne semîan basîrâ(basîran).
Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi emreder. İnsanlar arasında hakemlik ettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, işiten ve görendir.



“Allah, muhakkak ki emanetleri onların sahibine (yani sahibi olan Allah’a) teslim etmenizi emreder.         
Öyleyse Allahû Tealâ ile olan ilişkilerimizde, bizde emanetlerinin olduğunu görüyoruz.
Allahû Tealâ,bu emanetleri (ruhumuz, vechimiz, nefsimiz ve irademizi) yaşıyorken Allah’a teslim etmemizi istiyor.
Niçin?
İlkini teslim ettiğimiz zaman cennet saadetine, mutluluğuna ulaşalım diye.
Diğerlerini de yaşıyorken teslim ettiğimiz zaman dünya saadeti, mutluluğu da bizim olsun diye.

Aziz kardeşlerimiz;
Her olayın arkasında aynı şey var.
Nedir bu aynı olan şey?
Takva; takva sahibi olmak.

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.

Diğer hedeflere de yönelmek, ulaşmak bir üst derecede takvayla mümkündür ve en son takva, bihakkın takva.

3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ey îmân edenler! Hakkıyla takva sahibi olanlar (nasıl bir takvanın sahibi ise aynı onlar) gibi, Allah’a karşı takva sahibi olun ve (ölmeden önce) Allah’a teslim olun.

Allahû Tealâ’nın istediği her şeyi gerçekleştirmek, sadece bizim mutluluğumuzu oluşturan bir dizayn içeriyor. Söz konusu olan şey bizim mutluluğumuz.
Öyleyse hadi gelin bu saadete, mutluluğa beraberce bakalım.
Bu mutluluk bizim için var.
Allah’ın kâinattaki en sevdiği sizler varsınız ve O var, Allah.
Sizlerden istediği ve beklediği tek şey mutluluğunuz.

Şimdi bir düşünelim:
Bizler Allah’a bir iyilik veya bir kötülük yahut bir fayda veya zarar sağlayabilir miyiz?
Hayır.
Böyle bir şey hiçbir zaman mümkün değildir. O Allah’tır. Her şeyin sahibidir. Bizim de sahibimizdir ve bizler O’na hiçbir şey yapamayız. Ama O bizlere çok şeyler yapabilir, biz de kendimize çok şeyler yapabiliriz.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın verdiği mutluluk reçetesini uyguladığımız zaman, sizin için söz konusu olan şey o saadeti, mutluluğu yaşamak olmalıdır.
“Reçeteyi uygularsak kendimize çok şeyler sağlarız” dediğimiz zaman bunu kastediyoruz. Reçeteyi uyguladığımız zaman mutlu oluruz. Huzura kavuşuruz. Allah’ın bizim için hedeflediği sonuca ulaşırız.
Veya reçeteyi tatbik etmeyiz. O zaman reçeteyi tatbik etmiyoruz diye Allah’a bir kötülük etmiş olmayız. O’na hiçbir tesir icra etmemiz mümkün değildir; ama kendimize gerçekten kötülük etmiş oluruz.

Aziz kardeşlerimiz;
Allahû Tealâ’nın sizlere verilmiş bir sözü var.

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
O’na ulaşmayı kalben dilediğiniz taktirde Allah’ın sizlere yardım sözü var.
Evvela cennet mutluluğuna ulaşmamız için, bizim Allah’a yaşarken kalben ulaşmayı dilememiz, bunu kalpten istememiz lâzım.
Bizler bunu kalben dilediğimiz anda Allah, kalbimizdeki bu dileği hem görüyor, hem işitiyor hem de biliyor ve bu dileğimizi gördüğü andan itibaren, O da bizleri kendisine ulaştırmayı mutlaka diliyor. Kanunu böyle koymuş. Sünnetullah böyle çalışıyor. Allah herkesin mutlu olmasını, saadete ulaşmasını istiyor.
Öyleyse bütün insanlar için söz konusu olan Allahû Tealâ’nın gösterdiği hedef, insanların huzuru, saadeti, mutluluğudur.
Allahû Tealâ bütün insanlar için sizlere mutluluğu öğretiyor ve onların uygulanmasını istiyor. İstediği tek şey bu. Böyle bir huzura, saadete, mutluluğa ulaşabilmemiz bizim gayretimize bağlıdır.
Etrafınızdaki bütün insanlara dikkatle bakın.
Etrafınızdaki bütün insanlar, sizin için potansiyel bir mutluluk aracıdır. Onlara mutlu olma vasıtaları olarak baktığınız zaman Allah’ın yardımı başlar.
Onlara kendinizi vakfettiğiniz zaman, hayatınızı insanlara yardım için, insanlara hizmet için tüketmeye başladığınız zaman, onlara vermiş olduğunuz mutluluğun en az iki katını siz de hissedersiniz, siz de yaşarsınız.
Bu eşyanın tabiatına uygun bir sonuçtur.
Neden öyledir?
Çünkü, söz konusu olan şey insanların huzuru, saadeti, mutluluğudur.
Ne zaman başkasına bir mutluluk verebilirsek onun yaşadığı mutluluğun aynını bizde kendi iç alemimizde derhal yaşarız.
Yetmez.
Arkasından ruhumuz, nefsimize bir ferahlık, bir huzur verir. Bu huzuru bir defa daha yaşarız. Çünkü, Allah’ın temel hedefi başkaları için, başkalarına hizmet için yaratıldığımızı bizlere hissettirmektir, yaşatmaktır.
Bu ise Allah’a hizmettir.

Aziz kardeşlerimiz;
Ne zaman başkalarına bir hizmette, bir yardımda bulunursanız, onları mutlu edebilecek olan herhangi bir davranışta bulunursanız, o zaman en güzel şeyi yaptınız demektir ve insanlar için Allah’ın güzelliklerini sergilediniz demektir.
İnsanları mutlu edilmeye değer mahlûklar olarak gördünüz demektir.
Mutluluğunuzun sadece ona bağlı olduğunu bir bilebilseydiniz, herkese yardım etmeyi, insanları mutlu etmeyi mutlak bir hedef olarak değerlendirirdiniz.
Hiçbir zaman kendinizden yana olmazdınız.
Hep onlardan yana olurdunuz ki, onlar mutlu olsunlar da, siz de onların mutluluğundan daha fazla mutluluğu yaşayabilesiniz.
Etrafınızdakilere ulaştırdığınız her mutluluk, en az iki kat olarak size geri dönecektir. Etrafınızdakilere ulaştırdığınız her mutsuzluk , en az üç kat olarak size dönecektir.
Başkalarına mutsuzluk veren davranışlarınızdan size mutsuzluk ulaşır. Başkalarına ulaşmış her zerre mutlulukta ise, siz mutluluğu yaşarsınız.
Etrafınızdaki insanlar mı?
Her zaman hazırlar.
Yeter ki siz mutluluk vermek isteyin.

Aziz kardeşlerimiz;
Dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayın, sokağa çıktığınız anda veya eviniz içerisinde bulunduğunuz anda, etrafınızdaki herkes sizin için onlara mutluluk ulaştırmanız lâzım gelen varlıklardır.
Bir küçücük sözle, bir gülüşünüzle, her zaman onların gönüllerini alabilirsiniz. Meselâ tanıyın tanımayın, sokakta gördüğünüz kimselere selâm verin, bakın ve nelerin değiştiğini gözlerinizle görün.
Her zaman onlara, sizin bir dost olduğunuzu, sizden onlara hayır ulaşacağını ispat edebilirsiniz.
Ne ile ispat ederseniz edin; ama bunu ispat ettiğiniz anda, sizin onlara sadece dostluğu, güzelliği, hayrı ulaştıran bir vasıta olduğunuzu onlara ispat ettiğiniz anda, onların dostları safında yer alırsınız.
Onlara mutluluk ulaştıran bir vasıta olursunuz.
Allahû Tealâ “Selâmı aranızda yayın. Selâmda büyük hikmetler, nimetler vardır.” demiyor mu?
Günümüz coğrafyasında, şehirlerde yaşayan insanlar apartmanlarda otururlar, ama ne yazık ki bir selâmı vermeye erinirler, çok görürler. Daha da vahimi, apartmanda oturanlar birbirilerini tanımazlar. Apartman girişinde yabancı gibi birbirilerine bakarlar, başlarını eğer, geçerler. Siz onlara ne kadar kıymet verirseniz, onlar da size o kadar kıymet verir.
Sohbetlerimizde bu tür konuları da konuştuğumuz oluyor; bazı kişiler diyorlar ki, “ilk önce o selâm versin, ben de ona vereyim.” Biz de diyoruz ki, “ilk önce sen selâm ver, ölmezsin ya…” diyoruz.   

Aziz kardeşlerimiz;
Biraz kibirli insanlarız vesselâm.   
Ancak ne ekerseniz onu biçersiniz.
Bütün güzelliklerin insanlar için olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Her şey o kadar güzel ki.
Her şey bu kadar güzel.
Her şey en güzel şekilde dizayn edilmiş.
İnanın, bizler bu güzellikleri kendi ellerimizle bozuyoruz, yok ediyoruz, ondan sonra da üzülüyoruz.
Eğer bu güzellikleri göremiyorsanız bilin ki, insan nefsindeki afetler, Allah’ın güzelliklerini görmeye mani olur. Güzelliği yaşamak, mutluluğu yaşamak başkalarına nur akıtmakla alâkalıdır.
Kime mutluluğu dağıtıyorsanız, ona ışık tuttunuz demektir.
Ona nurlu yönünüzle davrandınız demektir.
Bunun manası, onun da size aynı nurla cevap vermesidir.
Öyleyse siz ona ışık ulaştırdınız. Aksi de olabilir. Siz onlara nefsinizle davranırsınız, yani onlara nefsinizin karanlık tarafıyla bir davranış sergilersiniz, onlardan da size geri dönecek olan şey o karanlığın aynısı olacaktır.
Karanlıklar, karanlıkları; nurlar nurları davet eder.

Öyleyse neden karanlıklar?
Nurlarla iç içe olmak varken, insanları mutlu etmek ve bu sebeple mutlu olmak varken, neden insanları mutsuz ederek aynı sebeple siz de mutsuz olasınız.
O zaman böyle bir şey onlardan daha fazla sizi mutsuz etmez mi?

Aziz kardeşlerimiz;
Mutluluk bütün insanlara yönelik olarak Allah’ın ihsan ettiği en büyük boyutta gerçekleştirilebilir.
Öyleyse, neden mutluluğu, saadeti Allah’ın yardımıyla yaşamayalım, neden dünyamızı karartalım? Bu dünyada bütün insanların, herkesin mutlu olmasına yetecek olan her şey var.   
Her şeyi sadece benim olsun temayülüyle kendimize mâl etmeye çalıştığımız müddetçe hep mutsuzluğu yaşarız, başkalarını da mutsuz ederiz.
Ama ne zaman elimizdekini paylaşmak, o güzellikleri etrafımızdaki insanların da yaşamasına imkân vermek mümkün olursa o zaman en çok biz mutlu olmaz mıyız?
O zaman her şeyin en güzel olduğu bir dünyada yaşanır. Her şey en güzel bir dizaynda gerçekleşir.
Biz başkalarının mutluluğuna vesile olurken aynı anda başkaları da bizim mutluluğumuza vesile olmaz mı?
İşte Allah’ın kanunu böylesine güzel, böylesine muhteşem bir kanundur.
Ama şeytanın, kanuna itaat etmeyerek vücuda getirdiği asi davranış biçimleri, bu kanunun paralize edilmesidir. Bu kanunun hiçe sayılmasıdır. Ve cezasını da öderiz.
Kime mutsuzluk verecek olan yanlış bir davranışla davrandıysak, o huzursuzluğu kendi dünyamızda da yaşarız.
Arkasından mutlaka ruhumuz nefsimize azap eder, bir defa daha huzursuzluğu yaşatır.
Yetmez, 
Öldüğümüz zaman kabirde bütün yaptıklarımızın karşılığını manevi azap olarak bir defa daha yaşarız.
Öyleyse, huzursuzluk mu?
Bunun sebebi yaptığımız zulümler.
Ektiğiniz şey huzursuzluksa, biçtiğiniz şey de huzursuzluk olacaktır.
Öyleyse her davranışın tepki oluşturduğu bir tesir sahası mevcuttur. Bu tesir sahasına göre insanlar değerlerini ortaya kaymaktadırlar. Eğer kendilerine ulaşan şey, nefsin afetlerinden bir tanesi ise içlerinden, aynı mutsuzluğu onu kendilerine ulaştırana iade etmek ister. Nefsin tabii afetleri bunu icap ettirmez mi? Ettirir.
Etrafınızdaki insanlar da nefs sahibi olduklarına göre böyle davranmaları eşyanın tabiatına uygun değil mi? Elbette uygun.
Peki, biz onlara karanlık yönümüzle davrandığımız zaman, onlardan bize geri dönen şeyin aydınlık olacağını mı zannediyorsunuz? Onlar da bize karanlığı, geceyi ulaştıracaklardır. Böylece biz çevremizdeki insanları karartan, onları Allah’a yaklaştırmak şöyle dursun, Allah’tan uzaklaştıran bir vasıta oluruz sadece.
Oysa ki hedefimiz ne olmalıydı?
Hedefimiz insanları mutlu etmek,
Hedefimiz insanları Allah’a yaklaştırmak,
Hedefimiz insanları karartmak değil, aydınlatmak olmalı. İşte bu vesileyle onlardan gelen nur da daha iyi parlayacaktır.
Ne zaman biri size bir iyilik yapsa o zaman onu mutlu eden bir karşı davranışta bulunsanız o kişiye nurla davranmış olursunuz. Ona bir nur ulaştırmış olursunuz.
Ruhunuzun faziletlerinden, hasletlerinden biriyle davrandınız işte. Ama ne zaman onlara onları kıracak olan bir davranışta bulunursanız, nefsinizin afetlerinden birisiyle davrandınız, bir karanlık ulaştırdınız ona.
Gündüzü, onun gündüzünü gece yaptınız. Ondan farklı davranış bekleyemezsiniz, o da size aynı karanlıkla cevap verecektir.
Böyle yaptığınız zaman ise, bunun sonu mutsuzluktur. Sadece onu karartmakla kalmadınız, ona karanlık ulaştırmakla kalmadınız, ondan da size karanlığın geri dönmesini sağladınız.

Aziz kardeşlerimiz;
Allah, nurların sahibi ve temsilcisidir.
Şeytan da zulmetin, karanlığın temsilcisidir.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın verdiği dizaynda onun hedefine bakın. Allah’ın hedefi tüm karanlıkları nura çevirmektir. Allah her şeye kaadirdir. Allah’ın hedefi geceyi gündüze çevirmektir.
Allah’ın yaptığı yegâne şey budur.
Neden Allahû Tealâ hayat verdiği her gezegen sisteminin merkezinde bir güneş oluşturmuş? Geceyi gündüz yapmak için. Hayat oradadır.
Hayat güneştedir. Hayat nurdadır. Eğer onu karartırsanız, onun vebali sizin omuzlarınızdadır. Bundan en çok etkilenen de yine siz olursunuz. Allah’ın koyduğu kanuna bakın, güneş varolmuş, milyarlarca güneş sistemi, şu anda kâinatın ayrı ayrı bölgelerinde hüküm ferma.  Ve güneş bir defa yaratıldıktan sonra, sona erene kadar milyarlarca sene hep nur akıtmaya devam edecektir. 
Öyleyse, birtakım insanlar neden karanlıktalar; çünkü onlar gölgede olanlardır. İşte güneşin ışıklarını ulaştırabildiği yerden dünyanın dönmesi sebebiyle uzakta kalan kesimler karanlığı, geceyi temsil ederler.
İşte bu dönmek nasıl güneşten karanlığa bir dönüşü ifade ediyorsa, sizin de nefsinizle yaptığınız her davranış, ruhunuzla yapacağınız ve güneşi temsil eden davranışınızın tam tersi olacaktır ve nurdan karanlıklara dönmüş olacaktır.
Ama hatırlayın, gece olan kesim sonra gündüz oluyor. İşte ne zaman size başkası bir kötülük ulaştırır da sizi huzursuz ederse bundan etkilenmeyerek, ona Allah’ın bir güzelliğiyle cevap verebilirseniz, o zaman karanlıkları tekrar nura döndürdünüz demektir. Gecenin gündüz oluşunu temin ettiniz demektir.
İsterseniz güneşin ışığını yok edersiniz, nurunu yok edersiniz; gündüzünü (başkasının) gece kılarsınız. Ama bunun neticesinde o karanlık davranışınız sizi de karanlık bir davranışa hedef kılar.
Böylece sizin oluşturduğunuz karanlıklar, sizi de karanlıkta bırakır.
Dünya döndüğü için karanlıklar aydınlık, aydınlıklar karanlık oluyor. Siz de döndüğünüz için karanlıkları aydınlık, aydınlıkları karanlık yapabilirsiniz.
Bu ise güzelden çirkine dönüştür, güneşten zulmete dönüştür. Allah’tan şeytana dönüştür. Hem başkasına zulmedersiniz hem de oradan size zulüm döndüğü anda iki defa huzursuzluk ve karanlığı yaşayacaksınız.
Şimdi cemaati oluşturan, topluluğu oluşturan süjelerin, insanların, fertlerin her birinin başkalarına nuru değil de, zulmeti ulaştırdığı, herkesin nefsiyle davrandığı karanlık çevrelerden oluşan, hep huzursuz ve sıkıntılı bir görüntü arz eden insanların davranışlarına dikkatle bakın.
Onlara Allah’ın bütün güzelliklerini vererek, güneşin nurlarını almak ve tekrar güneşe nur göndermek varken neden zulmet içinde yaşayasınız? Neden karanlıklar size hakim olsun? Sizden neden çevrenize karanlıklar ulaşsın? Ve çevrenizden size karanlık geri dönsün?
Ve bugün Türkiye’de, herkesin herkese karanlıklar ulaştırdığı, herkesin herkesle anlaşmazlık içinde bulunduğu adliyelik dosyalar işleniyor. 15 milyondan fazla dava dosyasına sahip olan bir ülkede yaşıyoruz.
Her davada ortalama üç kişi varsa, ülkede 45 milyon davalı ve davacı var demektir.  Demek ki nüfusun dörtte üçü karanlığı yaşıyor.
Herkes başkasından negatif tepkiyi alıyor ve etrafındaki insanlara o negatif tepkiyi ulaştırıyor.  Bu eşyanın tabiatına uygun bir davranış.
Sıcak hava, sıcaklığını soğuk havaya verecektir ve soğuk havayı ısıtacaktır.
Daima alış veriş söz konusudur.
Buzdolabına bir şey koyduğumuz zaman onu dolabın soğuttuğunu göreceksiniz. Tencereye bir şey koyup onu kaynattığınız zaman onun ısındığını göreceksiniz.
Öyleyse her etki, karşı tarafta tepkisini gösteriyor. Bu etki-tepki sistemi içerisinde insanlarda bunun ötesinde farklı bir değer yapısı var. Başkalarına aynısını ödemek.
Yani herhangi bir alanda, karanlıkla karşılaşan bir insan, nefsani bir davranışla karşılaşan bir insan, kendisine olan negatif davranışın aynını o kişi için kullanmak arzusundadır.
O da ona, negatif istikamette bir davranışla karşılık verecektir ve böyle bir davranış biçiminin topluma yayıldığını düşünün. Sabahtan akşama kadar insanlar kimlerle karşılaşırlarsa, üzerlerindeki negatif birikimi onlara boşaltmak isteyeceklerdir. Boşaltınca da karşı taraftaki negatif birikim arttığı için o da boşalmanın yolunu arayacaktır. Ve belki o kişiye değil ama, bir başka kişiye o negatif tepkiyi aktaracaktır. Böylece insanlar hep mutsuz olacaklardır. Huzursuz olacaklardır ve davranış biçimleri daima insanları sadece tedirgin edecektir.
Öyleyse herkes için aynı şey geçerlidir. Etkilenme ve bu etkinin tepkiye dönüşmesi, tesir alanlarını birbirine karşı etkili hale getirir.
Ve karanlıklar, karanlıkları; nurlar, nurları davet eder.
İşte sahabenin başlangıç kesiti:

3/ÂLİ İMRÂN-103: Va’tasımû bihablillâhi cemîân ve lâ teferrekû, vezkurû ni’metallâhi aleykum iz kuntum a’dâen fe ellefe beyne kulûbikum fe asbahtum bi ni’metihî ihvânâ(ihvânen), ve kuntum alâ şefâ hufretin minen nâri fe enkazekum minhâ, kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum tehtedûn(tehtedûne).
Ve hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve fırkalara ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki ni’metini hatırlayın; hani o zaman siz birbirinize düşman idiniz. (Sonra Allah), kalplerinizi uzlaştırdı da O’nun bu ni’meti ile artık kardeşler oldunuz. Siz, ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da (Allah), sizi ondan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle beyan ediyor ki; böylece hidayete eresiniz.

Karanlıkların karanlıkları davet ettiği, herkesin birbirinin can düşmanı olduğu, her kabileden birtakım insanların başka kabileler tarafından öldürüldüğü, tatbik ettiği kan davası yüzünden başka kabilelerdeki insanların da o kabilenin insanları tarafından öldürüldüğü, herkesin birbirini öldürmek üzere fırsat kolladığı bir ortam düşünün.
Böyle bir ortamda Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’e tâbî olan sahabe, yavaş yavaş O’ndan karanlıklara da nurla cevap vermeyi öğrendiler.

3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizden, (insanları) hayra çağıran, ma’ruf (irfan) ile emreden, kötülüklerden alıkoyan (nefslerindeki kötü afetlerden kurtulmalarına yardım eden) bir ümmet (mürşidler) oluşsun. İşte onlar, MUFLİHUN (felâha erenler)un ta kendileridir.

3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. Ma’ruf ile emreder, münkerden (kötülükten) alıkoyarsınız (nefslerindeki kötü afetlerden kurtulmalarına yardım edersiniz). Allah’a îmân edersiniz. Eğer kitap ehli de îmân etmiş olsaydı kendileri için elbette hayırlı olurdu. Onlardan mü’min olanlar da var ama onların çoğu fasıklardır.
Onlar öyle bir cemaat oluşturdular ki, herkes birbirine nur ulaştırıyordu. Öyle bir toplumu Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de ifade buyuruyor. Diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-103: Va’tasımû bihablillâhi cemîân ve lâ teferrekû, vezkurû ni’metallâhi aleykum iz kuntum a’dâen fe ellefe beyne kulûbikum fe asbahtum bi ni’metihî ihvânâ(ihvânen), ve kuntum alâ şefâ hufretin minen nâri fe enkazekum minhâ, kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum tehtedûn(tehtedûne).
Ve hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve fırkalara ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki ni’metini hatırlayın; hani o zaman siz birbirinize düşman idiniz. (Sonra Allah), kalplerinizi uzlaştırdı da O’nun bu ni’meti ile artık kardeşler oldunuz. Siz, ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da (Allah), sizi ondan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle beyan ediyor ki; böylece hidayete eresiniz.

“Siz birbirinizin can düşmanıydınız. Sonra Allah, kalplerinizi telif etti de (birleştirdi de) can dostu oldunuz.”

Aziz kardeşlerimiz;
Allahû Tealâ’nın söylediği davranış biçimine bakın, nereye ulaşacaksınız? Diyor ki: “Onlar ki, Allah’a teslim olup da teslim olduklarını söyleyerek insanları Allah’a çağırırlar. Onlardan daha güzel sözlü kim vardır?”

41/FUSSİLET-33: Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne).
Allah’a davet eden ve salih amel (nefs tezkiyesi) işleyen ve: “Muhakkak ki ben teslim olanlardanım.” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?

İşte bugünkü toplumun karanlık görüntüsü buradadır.  
Biz insanları Allah’a çağırıyoruz.
Sizler de insanları Allah’a çağırın. Ancak din adamları cephesi, insanları Allah’a çağıranlara mani olmaya çalışıyorlar ve diyorlar ki: “İnsan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşması diye bir şey yoktur. Sadece öldükten sonra insan ruhu Allah’a ulaşır. Öyleyse onlar yalan söylüyorlar” diyorlar. Ve insanları Allah’a ulaşmaktan saptırmaya çalışıyorlar ve böylece Allah’a çağırmanın standartları zedeleniyor.
Böyle bir dizaynda Allah’a çağıranlar ne yapıyor?
Allahû Tealâ “Onlardan daha güzel sözlü kim vardır?” diyor.
Neden öyle?
Çünkü, onlar, Allah’a çağıranlar biliyorlar ki, insanlara böyle davrandıkları zaman, onlardan bekledikleri cevap da aynı nurun geri dönmesidir.
Onlar da ona nurla cevap verirler. Allahû Tealâ bunun için şöyle devam ediyor: “Hiç kötülükle iyilik bir olur mu? Nurla, zulmet aynı olur mu? Güzel bir davranışla, kötü bir davranış bir olur mu?”

41/FUSSİLET-34: Ve lâ testevîl hasenetu ve les seyyieh(seyyietu), idfa’ billetî hiye ahsenu fe izellezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîm(hamîmun).
Hasene (iyilik) ve seyyie (kötülük), müsavi (eşit) değildir. (Kötülüğü) en güzel şekilde karşıla. O zaman seninle arasında düşmanlık olan kişi, samimi bir dost gibi olur.

Aziz kardeşlerimiz;
Hep size yapılan kötülüğe iyilikle cevap verin.
Öyle yapın ki, düşman olan kişi size can dostu olsun.
Allah’ın reçetesini görüyorsunuz, ne kadar açık ve kesin bir ifade taşıyor.
Eğer biz insanlar kötülüğe iyilikle mukabele etmeyi öğrenebilseydik, o zaman sizden başkalarına ulaşan Allah’ın nurları karanlıkları örtecek ve onları da nurlu hale getirecektir.
İnsanlar Allah için her güzelliği işleye işleye bütün güzelliklere götürebilecek özelliklerin sahibi olurlar.
Nur kapılarını Allah açmış, şeytan da bütün karanlık kapılarını açmış ve her ikisi de davet ediyor, seçim sizin.
Allah’ın nur kapılarından girmeniz demek, etrafınızdaki insanlara kendinizi vakfetmek, onların mutluluğu için yaşamak, kendinizi onların saadetine, mutluluğuna adamak demektir.
Böyle yaptığınız zaman onların mutluluk duyduğu her olayın arkasından aynı saadeti, mutluluğu iki kat olarak siz de yaşarsınız.
Yetmez, onlarda karanlıklardan aydınlığa dönüşen bir davranış biçimi sergilemek arzusunu uyandırırsınız. Hem de onlara ulaştırabildiğiniz her güzel şeye dikkatle bakın ki, ona ulaşmak her zaman imkân dahilindedir. Böyle yaptığınız zaman, Allahû Tealâ başkalarının davranışlarının şu kadarcık önemi olmadığını size ispat etmiş olur.
Onlar size kötülükle davrandıkları zaman, o karanlıktan etkilenip onlara yine karanlıkla cevap vermeniz söz konusu olabilir. Birincisinde karanlık karanlığı davet etmiş ve bunu başarmış, ikincisinde karanlık karanlığı davet etmiş ama misafiri nur olmuş.
O nur, onların kalplerinde mutlaka hakim olanlara tesir eder.
Sadece karanlıklardan oluşan bir topluluğu, 14 asır evvel Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) mutluluğa ulaştırmayı başarmıştır.
Onlar bunu istediler, mutlu olmayı istediler. Allah’ın yanında en güzel hedeflere ulaşmak istediler. Ve bunu başardılar.


39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).

Bütün insanlar için de söz konusu olan şey budur.
Bu hedefe, bu güzelliklere ulaşmak...  
Öyleyse Allah’ın size gönderdiği nurların, sizlerin eliyle başka kimselere ulaşması hedefiniz olmalıdır.
Ne zaman bunu yapmayı dilerseniz, ondan size nurların hiç bitmeksizin devamlı ulaşacağını göreceksiniz .
Kainatın bitmez tükenmez nur hazinelerinin sahibisiniz. Ne kadar geniş açılı olarak bunu başkalarına aktarırsanız, aynı geniş açıdan Allahû Tealâ da nurları ulaştırmaya devam edecektir.
Ve siz insanlara nurları ulaştıran bir vasıta olmanın huzurunu ve mutluluğunu yaşayacaksınız. O zaman eski günlerinizi hatırlayacaksınız. O cahil döneminizde size ulaştırılan negatif davranışları siz de aynı davranışlarla başkalarına ulaştırdığınızı hatırlayacaksınız ve aradan geçen senelere “ah” diyeceksiniz. “Ben daha evvelden buna başlasaymışım, başka insanlar benim için mutluluk vasıtası olacaklardı. Keşke öyle yapsaydım” diyeceksiniz.
Gerçekten bütün insanlar, başkaları için potansiyel bir mutluluk vasıtasıdır. Onlar o kişiyi, kendilerinin ve o kişinin mutluluğu istikametinde gerekli bir sebep olarak görürlerse, mutluluk oluşur .
Bunun aksi de mümkün olabilir.
Herkes başkalarının karanlıklarını artıran, karanlık diyarına yeni karanlıklar katan bir görüntünün de sahibi olabilir.
Kim, karanlığını aynaya verirse, aynadan da kendisine karanlık döner.
Kim de, nurunu ulaştırırsa aynadan da kendisine nur döner.
Sizler öyle bir ayna olun ki, bu aynaya karanlıklar akıtıldığında sizden oraya nur aksetsin ve bu aynaya nurlar ulaştığı zaman sizden de onlara nur ulaşsın .
İşte Allah O’dur ki, daima nur ulaştırır. Her zaman ulaştırmaya hazırdır.

Aziz kardeşlerimiz;
İnsanlar Allahû Tealâ’ya kızmışlar, O’na karşı kâfir olmuşlar, küfran-ı nimet etmişler. Allahû Tealâ bunlarla ilgilenmez. O insanların problemidir. Allahû Tealâ’ya karşı bir karanlık ulaştırmak söz konusu olamaz.
Allahû Tealâ, onların kalplerine nur ulaştırmak istemesine rağmen, insanlar kapıyı kapattıkları için bu mümkün olmaz.
Bütün insanların kalplerinde iki tane kapı vardır. Birisi nur kapısı, diğeri zulmani kapıdır .
Zulmani kapıyla, yani şeytanın nefsimizin kalbine karanlıkları ulaştırdığı kapıyla, Allah’ın nur kapısı birbirinden çok farklı iki konum içerir.
Allah’ın nur kapısı üzerinde bir mühür vardır. Bizler o mührü açmaya talip olmadıkça o mühür açılmaz. Kalbinizden içeri Allah’ın nurları dolmaz. Mutluluğa ulaşamazsınız .
Ama şeytanın kapısında hiçbir mühür yok. Siz isteseniz de istemeseniz de, Allah’ın nurlarını celp edecek olan yolları gerçekleştirmediğiniz zaman, nefsinizin kalbine şeytan devamlı karanlıklarını gönderir. Göndermekle de kalmaz, onları nefsinizin kalbinden içeri mütemadiyen akıtır. Her geçen gün biraz daha karanlık bir kalbin sahibi olursunuz; aydınlanma konusunda gayretin sahibi olmadığınız sürece.
Dikkat edin… Kapılardan birisi açıksa ikincisi mutlaka kapalıdır.
Başlangıçta mı?
Nefsinizin kalbindeki nur kapısı hep kapalıdır. Siz onu açmayı öğrendiğiniz ve bunu gerçekleştirdiğiniz güne kadar.

O gün kalben Allah’a ulaşmayı dilediğiniz gündür.

29/ANKEBUT-5: Men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi leât(leâtin), ve huves semîul alîm(alîmu).
Kim Allah’a mülâki olmayı (hayattayken Allah’a ulaşmayı) dilerse, o taktirde muhakkak ki Allah’ın tayin ettiği zaman mutlaka gelecektir (ruhu mutlaka hayattayken Allah’a ulaşacaktır). Ve O, en iyi işiten, en iyi bilendir.

O süreç içerisinde siz, şeytandan nefsinizin kalbine devamlı karanlıklar ulaştıran bir insansınız. Tabiatıyla nefsinizin kalbi sadece karanlıklardan oluştuğu için, çoğu zaman etrafınızdaki bütün insanlara da karanlık ulaştıran bir özelliğin sahibisiniz.
Öyleyse bu güzelliği ait olduğu yere ulaştırın. Karanlıklar yerine, aydınlıkları ulaştıran bir insan olun. Allah dostu olun.
Nefsinizin kalbi tamamen nurlarla dolmasa bile, iradenizi kullanarak yapacağınız davranışlarınız, sadece nurları başkalarına akıtmaya yönelik olsun.
Siz ne kadar nur akıtmayı dilerseniz, nefsinizin karanlığına rağmen, Allahû Tealâ size o nurları ulaştıracaktır. Yani davranış biçiminizde etrafınızdakileri mutlu eden, onlara nur ulaştıran bir muhteva seçerseniz, o zaman, ancak o zaman hepiniz için o insanları mutlu etmek söz konusudur. Nefsinizdeki karanlıklara rağmen, Allahû Tealâ size o güzellikleri ihsan edecektir.
Öyleyse hepimiz için söz konusu olan, mutluluğu yaşamaktır.
Siz başkalarına ışık ulaştırdığınız sürece bir güneşsiniz.
Onların mutluluğuyla, onlardan gelecek olan nurlarla devamlı beslenen bir güneş. Nurunuz arttıkça, başkalarına daha çok nur ulaştırabilirsiniz.
Ve başkalarından daha çok sevgili olursunuz. 
Etrafınızdaki her insanın size nur ulaştıran bir özelliğe sahip olması bu standartlar altında mümkün ve geçerlidir.
Bütün güzellikler sizin gayretinizle gerçekleşir.
Öyleyse, siz güzelliğe talip olun, siz nura talip olun, siz mutluluğa talip olun, siz tıpkı sahabe gibi olun; insanlara mutluluk dağıtın, onlardan mutluluk toplayacaksınız .
Siz onların kat kat fazlası mutluluğu yaşayacaksınız.

Aziz kardeşlerimiz;
Yapmanız gereken şey şudur: Sadece kalben Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz ve Rabbinize kaâlû belâ günü vermiş olduğunuz sözleri yerine getireceksiniz. Sizin için tayin edilmiş olan mürşidinizi Hacet Namazı’nı kılarak Allah’tan sorarak öğrenecek ve O’na biat edeceksiniz. “Gerisini Ben hallederim” diyor Allahû Tealâ, “Bana bırakın” diyor.

Aziz kardeşlerimiz;
Hepinizin sonsuz bir cennet ve dünya saadetine, mutluluğuna ulaşmasını Yüce Rabbimizden dileyerek bu sohbetimizi de inşaallah burada tamamlamak istiyoruz.
Sizleri çok ama pek çok seviyoruz.
Sevgi ve saygılarımızla…
Allah razı olsun.

Yaşar Coşkun